Sanırım bu sorunun iki farklı boyutu var. Birincisi fiziksel düşme, ikincisi ise yaşamda karşılaşılan olumsuz durumlar, başarısızlıklar, hayal kırıklıklarıyla vb. ilgili metafor olarak kullanılan düşme. Bence ikisi birbiriyle yakın bir ilişki ve etkileşim içerisinde. Bundan dolayı soruyu her iki farklı boyutta da tartışmakta yarar görüyorum.

İlk olarak, çocukların fiziksel olarak düşmeyi gerçekten öğrenip öğrenemediklerini sorgulayarak başlayalım. Bu konuyla ilgili olarak bir arkadaşımın gözlemlediği ve benimle paylaştığı bir örneği ele alarak başlamak iyi olacak.  

Arkadaşım okul çıkışı çocukları servislere yönlendiriyormuş. O sırada, dördüncü sınıftan bir çocuğun kucağında taşıdığı çantayla, söylene söylene okulun çıkış kapısına doğru yürüdüğünü fark etmiş. Çocuğun birden ayağı takılmış ve düşmüş.

Şimdi diyeceksinizdir: “Eee bunun neresi ilginç veya yazıda konu almaya değer bir hikaye mi…?”

Olayın ilginç tarafını anlatayım…

Evet, çocuk düşüyor ve görünüşte hafif bir düşme gibi duruyor. Ama çocuğun burnunda doku zedelenmesi oluşuyor ve burun kemiği neredeyse paramparça oluyor.

Tabi bu olayı duyunca önce anlamlandıramadım. Hem küçük bir düşüş, hem de böyle berbat bir sonuç. Zihnimde tasarlamaya başladım. “Acaba çocuk nasıl düşse olay bu şekilde sonuçlanabilir?”

Ben bunları düşünürken öğretmen arkadaşım düşmeyle ilgili diğer detayları anlatmaya başladı. Çocuğun yürürken her iki elinde de çanta varmış ve çocuğun düşeceğini fark eden öğretmenler ellerindekileri atmasını ve kendini korumasını söylemişler. Çocuk bu esnada neye uğradığını şaşırarak donakalmış ve ellerindekilerle birlikte, kesilen bir ağacın yere düşüşü gibi düşmüş. Yani çocuk çantalarını bir kenara atıp elleri ve kollarıyla yüzünü korumamış, koruyamamış…

Kendimden hatırlıyorum… Çocukluğumda düşmelerden dolayı oluşan diz kapağımdaki, avuç içlerimdeki ve kollarımdaki yaralar hala durur. Belki de yüzlerce kez düşmüşümdür ama hiçbir düşüşümden böylesine bir olayla ayrılmadım. Keza çevremde yetişen birçok arkadaşım da aynı şekildeydi çünkü ailelerimiz bizi düşebileceğimiz ortamlardan sakınmamışlardı… Böylelikle düştüğümüzde en az yarayla ayrılabileceğimiz kendimizi koruma biçimlerimiz, yaşantılar yoluyla kazanılan bir beceri haline dönüştü.  Evet belki düştüğümüzde ağladık, canımız yandı… Fakat büyüklerimiz iki üflerlerdi veya kendilerince ellerinde olan malzemeleri bir araya getirerek yaralarımızı sararlardı. Belki pek işe yaramıyordu ama garip bir şekilde iyi hissettirir ve iyi gelirdi.

Düşmek, incinmek, incitilmek daha önce hiç günümüzde olduğu kadar berbat bir şey olmamıştı. Çünkü ailelerimiz kendi aldıkları sınırlı eğitim ve farkındalığa rağmen şunu net olarak biliyorlardı: “Çocuk dediğin düşe kalka büyür.”

Geçmişte çocuklar gerçekten de düştüler, dirseklerini yaraladılar, evet bazıları kemiklerini kırdı. Bu yaralar, büyümenin ya da en azından yer çekimi kuvvetini öğrenmenin göstergeleri olarak görünürdü.”  – Charles j. Sykes

Ailelerin, çocuklarının düşmemeleri için ellerinden geleni ardına koymadıkları bir zaman içerisindeyiz. Çocuklar gün geçtikçe sıkıştıkları dört duvar arasında düşmeyi öğrenemez hale geldiler. Yaralanmadılar, berelenmediler ve yaralarını iyileştirip güçlenemediler… Düşerken en az yarayla bu kötü durumdan kurtulabilecekleri bir savunma becerisi geliştiremez hale geldiler ve ne yazık ki bu sadece fiziksel gelişimle sınırlı kalmadı…

Yazının başında da belirttiğim gibi, ben kendi açımdan fiziksel düşmeyle ve metafor olarak kullanılan yaşamdaki düşmeler arasında çok yakın bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Birinde öğrenmediğiniz düşmeyi diğerinde de öğrenemiyorsunuz. Düşmelere karşı geliştiremediğiniz direnç, hayatınızın bütün sürecine yansır oluyor. Çünkü aileler tarafından fiziksel olarak düşmeye koyulan engellerin şiddeti biraz daha artarak, çocukların psikolojik olarak düşmesine engel olmakla devam ediyor. Onlar üzülmesin, canları sıkılmasın diye yaşamlar çocuklara göre dizayn edilmeye kadar gidiyor.  

Bu durumun nasıl bir etkiye sebep olduğunu ise Hara Estroff Maranou, Psychology Today platformunda yazdığı bir makalede çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Maranou, çocukları bu morluklardan korumak için gösterilen aşırı çabanın psikolojik bozuklukların sebebi olacağına dikkat çekiyor ve makalesinde şöyle bir vurguda bulunuyor:

Çocuklar, karşılaştıkları çok az zorlukla, yaşamın normal değişimlerine karşı yaratıcı bir şekilde uyum sağlamakta başarısız oluyorlar. Bu sadece risk almaktan korkmalarına neden olmuyor, aynı zamanda psikolojik olarak onları kaygılı ve kırılgan yapıyor.

Çevremize bu gözle baktığımızda, Maranou’nun vurguladığı gibi birçok çocuğun zorluklar karşısında yelkenleri hızlı bir şekilde suya indirdiği, incinmekten korkarak zorluklara, morluklara, çiziklere sıyrıklara -yani düşmelere- karşı mesafeli durduklarını gözlemlemek mümkün…

Sonuç olarak:

Çocukların her düşme ihtimali karşısında (hem fiziksel, hem duygusal) içimizden önlenemez olarak gelen düşmeye engel olma isteği karşısında şu soruyu sorgulamakta yarar var:  “Hiç düşmeyen çocuk, düşmeyi nasıl öğrenebilir?”

Çocuklarımız için kurguladığımız iyilik görünümlü kötülüklerin üzerine tekrar tekrar düşünebilmek ümidiyle…


Barış Sarısoy / @barissrsy