Yolda yürüyorum, önümden de bir babayla oğul geçiyor. Çocuk canı sıkkın bir şekilde “Baba ‘……’ öğretmenimi hatırlıyor musun? Bize iki buçuk sayfa boyunca Atatürk’ün hayatını yazdırmıştı. Kolum kopmuştu neredeyse.”
Baba hoşnutsuz bir şekilde “Peki, neler hatırlıyorsun bu iki sayfalık metin içerisinden?”
Oğlu cevapladı:
-Yani şöyle, Atatürk ne zaman doğdu?, Atatürk ne zaman öldü?, annesinin adı, babasının adı, katıldığı savaşlar falan… He bir de Atatürk ilke ve inkılapları vardı. Hepsini ezbere biliyorum. Çok önemli şeylermiş.
Baba hafif bir şekilde gülümseyerek “Laiklik konusunda neler hatırlıyorsun?”
Çocuk cevabı biliyor olmanın verdiği keyifli bir heyecanla: “Laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek!”
Peki, sence o dönemde Atatürk neden böyle bir ilkeye bu kadar önem vermiş?
Çocukta sessizlik…
“Şu an içinde bulunduğumuz durumla, Atatürk’ün laiklik ilkesi ne derece örtüşüyor?”
Çocuk gergin bir şekilde: “Ama baba, öğretmenimiz daha bunların cevabının olduğu metinleri defterimize yazdırmadı ki, nereden bileyim!”
Hepimizin bir şekilde karşılaştığı, ezber olarak gösterilen bir Atatürk var yaşantımızda.
Baba oğul arasında geçen diyalogdan da anlaşılabileceği gibi bu anlayıştan pek de sıyrılmış değiliz. Fakat bütün bunlardan çok daha değerli olan bir “Atatürk” var. Büyük bir felsefe, doktrin ve düşünce yapısı var. Hayata ve insana biçilen yüksek bir değer var.
Bu düşünce yapısını ne kadar anlayabiliyoruz? Ne derecede ülke yaşantımıza taşıyabildik? Atatürk’ün hayatını ve yaptıklarını ezberletme çemberinden ne kadar çıkabildik?
Bu soruların cevabı aslında Atatürk yaşadığı dönemlerde yavaş yavaş verilmeye başlanmıştı.
Bunu 1.Dünya Savaşı’nda esir alınan General Townshend adında bir komutanla Atatürk arasında geçen diyalogdan biraz da olsa çıkarabiliriz:
-“Arkadaşlarımı nasıl buldunuz?”
-“Çok centilmen insanlar, ancak korkarım ki içlerinde sizi benim anladığım ölçüde henüz anlamamış olanlar vardır.”
Atatürk’ün karşılığı ise şöyle olmuş:
-“Bunu biliyordum. Fakat bu halin size de sezdirilecek bir derecede olduğunu şimdi anlamış oluyorum.”*
Peki, Atatürk’ün bu konudaki dileği, beklentisi tam olarak beklediği neydi? Bunu ise şu sözlerinden net olarak anlamak mümkün:
“Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir. ”
O halde, bugün yani onun ölümünden seksen üç yıl sonra onu daha iyi anlamaya çalışmak, onu ezberlemek/ezberletmek yerine fikirlerini, duygularını ve yaşantılarını derinlemesine anlamak, içselleştirmek önceliğimiz olmalı. Aynı onun yıllar önce dilediği, bizlerden beklediği gibi…
* Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1963. s. 24-25
Barış Sarısoy / @barissrsy