Ortalama çizginin üstünde akademik başarı gösteren bir çocuktan bahsederken kullanılan genel bir tabir: “Çok zeki çocuk!” Veya herhangi bir spor, sanat alanında başarı gösterenler için yapılan yorum: “Doğuştan yetenekli”! 

Bir eğitimci olarak uzun zamandır bütün bu söylemleri duyduğumda kendi kendime, kafamda döndürüp durduğum ve cevabı konusunda bir türlü ikna olmadığım bazı sorular: 

  • Peki gerçekten bu büyük başarılar doğuştan mu geliyor?
  • Yetenek pratikle mi gelişir, yoksa doğumla birlikte mi gelir?   
  • Başalarılarımız genlerimizde mi yazılı yoksa bizim ürünümüz mü? 

Ta ki 1960’lı yıllarda Polgar adında Macar bir pedagog tarafından yapılan, şaşırtıcı hatta çılgınca olan araştırmayla karşılaşana kadar: 

Polgar yetenek ve uzmanlaşmada çalışmanın ve pratiğin önemini ile ilgili teorinin ilk destekleyicilerinden biriydi. Bu fikirlerini içeren tezler kaleme almış ve görüşlerini iş arkadaşlarıyla paylaşmıştı. Hatta bu fikri o kadar adanmıştı ki, arkadaşları tarafından psikiyatrik tedavi alması gerektiğini konusunda defalarca uyarılmıştı. 

Polgar teorisinin doğruluğunu kanıtlamanın tek yolunun onu kendi çocukları üzerinde test etmek olduğuna karar verdi. Fakat bir sorun vardı: herhangi bir çoğucuğu yoktu, hatta evli bile değildi. Bu sebeple ilk iş olarak projesine ortak olarak eş adayları aramaya başladı. Genç kadınlarla yazışıyor ve onlara projesini anlatıp, projesine ortak olup olmayacağını soruyordu… 

Klara isimli genç bir kadının, Polgar’ın dünya çapında becerilere sahip çocuklar yetiştirmek ile ilgili fikirleri ilgisini çekmeye başlamıştı. Tabi o zamanlarda çoğunluk gibi o da, Polgar’ın deli olduğunu düşünüyordu ama yine de, teorilerini açıklayan mektuplarının tutku ile dolup taşması onu etkilemiş ve onunla buluşmaya karar vermişti. 

Yüz yüze geldiklerinde ise Klara tezlerinin gücünü karşı konulmaz bulmuş ve onun cesur deneyinin bir parçası olmaya karar vermişti ve 19 Nisan 1969’da ilk kızları Suzan doğmuştu. 

Polgar Suzan’ın ustalık kazanmak üzere yetiştirildiği alanı seçmek için saatler harcamıştı. Bu uzun saatlerin sonucunda, performasa dayalı, başarısı tartışılmamaz, nesnel, ölçülebilir sonuçları olan  “santranç” sporunu seçmeye karar verdi. 

Her ne kadar Polgar sadece hobi olarak satranç oynuyor olsa da satranç eğitimi ile ilgili mümkün olduğunca çok okudu. Daha 4 yaşına bile gelmeden Suzan’ı satranç hakkında her gün saatlerce evde eğitti. Bu işi büyük bir keyifle yaptı, oyununun heyecanını çok iyi yansıttı ve zaman içerisinde Suzan oyuna bağlanmaya başladı. Suzan 5. yaş gününe geldiğinde daha o yaşta satranca yüzlerce saat emek vermişti. 

Birkaç ay sonra Polgar Suzan’ı yerel bir yarışmaya soktu, ilk karşılaşmasında kendinin iki  katı yaşta olan bütün oyuncuları teker teker yendi. Herkes için küçük bir kızın şampiyonayı kazanmış olması zaten başlı başına bir olaydı. Ama en ilginci ve insanlara şaşkına çeviren oynadığı tüm oyunları kazanmış olmasıydı. Yarışma sonunda 10-0’lık inanılmaz bir skorla şampiyon olmuştu.

1974’de Klara ve Polgar Sofia isimli bir kız daha dünyaya getirdiler. Daha sonra ise çok geçmeden Judith isimli 3. bir kızları oldu. Araştırmanın başka örneklemde denemesi önemlyidi, bundan dolayı Sofia ve Judith 5 yaşında bastıklarında onların da eğitimi başlamıştı. Tüm çocuklukları boyunca kızlar müthiş bir azimle ilerlediler. Ayrıca bu çalışmalardan müthiş bir keyif alıyorlardı, çünkü santrança karşı içsel bir motivasyon kazanmışlardı. 

Peki, 3 kız kardeş Polgar’ın adanmışlık düzeyinde inandığı “doğuştan gelen yetenek yerine çalışmanın ve pratğin önemi” 3 kız kardeş ispatlayabilmişler miydi? 

Susan 

Ağustos 1981’de 12 yaşındayken Suzan 16 yaşaltı kızlar arasında şampiyon oldu. 2 yıldan daha kısa bir süre sonra Temmuz 1984’te dünyadaki en iyi dereceye sahip kadın oyuncu oldu. 1991 Ocak ayında tarihte Üstat seviyesine ulaşan ilk kadın oyuncuydu. Kariyerinin sonuna geldiğinde Kadınlar şampiyonasını 4 kez kazanmıştı ve olimpiyat oyunlarında 5 madalyası vardı. Ayrıca satranç tarihinde kadın ve erkek üçlü tacı (hızlı oynanan seri ve klasik dünya şampiyonları) tek kişi olmuştu.  Suzan aynı zamanda bir öncüdür. Yıllarca kadınların dünyanın en prestijli müsabakalarında yarışa bilmeleri için mücade vermiş, bu yolun kadınlara açılması sağlamıştır. 

Sofia

1980 yılında Sofia 5 yaşındayken macaristan’daki 11 yaş altı kızlar Ligi’nde şampiyon olmuştu. 1986’da ise 14 yaş altı kızlar dünya Şampiyonası’nda altın madalya kazanmıştı. Dünyanın en prestijli şampiyonalarında sayısız altın madalya kazanmıştı. Ama en olağanüstü başarısı “Roma’da Mucize” olarak anılan bir yarışmasında Alexandır Chernin, Semon Palatnik ve Yuri Razuvaev gibi üstatları  da kapsayan en iyi erkek oyuncular karşısında üst üste 8 oyun kazanmasıydı. Bir santranç uzmanı bu olayı “gerçekleşme olasılığı milyarda bir” şeklinde yorumlamıştı. Ayrıca ünlü santraç oteriteleri bu başarıyı kadın-erkek ayrımı yapmaksızın tarihteki en iyi 5 performanstan biri olarak göstermişlerdi. 

Judit

İlk gençlik yıllarında rekor kıran birçok zaferinden sonra, Judith 1988 yılında Romanya’da 12 yaş altı dünya şampiyonasına kazanmıştı. Bu genel klasmanda (hem kadınlar hem erkekler) liginde bir kızın tüm dünya şampiyonluğunu ilk kazanışıydı. 3 yıl sonra 1991’de, 15 yaş altı iken tarihte kadın veya erkek dünyanın en geç üstadı olmuştu. Aynı yıl finalde Tibor Tolnai adında ünlü bir santranç üstasını  yenerek Macaristan Şampiyonası’nı da kazandı. Kariyeri boyunca Garry Kasparov, Anatoly Karpov ve Viswanathan Anand’ın da  aralarında bulunduğu neredeyse dünyanın tüm usta oyuncuları karşısında zafer kazanmıştır. Tüm zamanların dünya çapındaki en iyi kadın oyuncusu olarak değerlendirilmektedir. 

Polgar kardeşlerin öyküsü pratikle gelişen yetenek ve uzmanlaşma da çalışmanın önemi ile ilgili ortaya atılan teorilerin ilk ve en sağlam kanıtlarından biriydi. Sofia, Suzan ve Judit doğumlarından bile önce ortaya atılan iddiaların hakkını vermiş, hatta bunların bile ötesine geçmişlerdi. 

Bütün bu hikayeye rağmen o dönemde insanlar Polgar kardeşlerin başarısını “özel bir yeteneğin sonucu” olarak yorumlamayı tercih etmişlerdi. Polgar ise bu tutumu “Başarı için çaba göstermekten kaçmanın en temiz bahanesi” olarak yorumlamıştı. 

Tabi bu, bahane olmanın yanı sıra insanın başarı konusundaki tutumunu belirleyen bir etkiyede sahip. Yapılan bir çok araştırmada doğuştan gelen yeteneğe inanların, pratik ve çabayla kazanılan yeteneğe inanlara oranlara bir çok konuda performasları daha düşük, biz zorluk karşından çabuk pes eden hatta başarının kirli tarafına daha yatkın olduklarını keşfedilmiş. Yani çocuklara zeki veya yetenekli olduğunu ifade ettiğimizde onlara bir taraftanda zarar veriyoruz. 

Yukarıda paylaştığım Polgar’ın çılgın araştırması yetenek ve zekanın pratikle geliştiği konusunda yapılan en çarpıcı araştırma belki. Ama bu araştırmanın dışında -konu ilk gündeme düştüğü yıllardan beri- yapılan tonlarca inceleme ve araştırma mevcut. 

O zaman yazımı, bu konuda yapılan bir çok araştırma ve incelmeyi anlaşılır bir dilde bir araya getirmiş iki kitap önerisiyle tamamlayayım.  

İlki, 2008 yılında Geof Colvin tarafından yazılan “Yetenek Dediğin Nedir ki?”, ikincisi ise 2010 yılında Matthew Syed adındaki bir sporcu tarafından yazılan “Sıçrama” kitabı…

Bu iki kitap benim yetenek ve zekanın çalışma ve pratik yapmayala daha çok yakından ilişkili olduğuyla ilgili ufkumu açan,  zihnimi netleştiren kitaplar oldu.  Umarım sizlere de katkısı olur.  


Barış Sarısoy