Şu aralar “Hocam bizim çocuk okuma-yazmayı ne zamana söker?” sorusu sezonundayız. Bu dönemlerde ilkokul öğretmenlerine en çok sorulan sorulardan biri de bu olsa gerek…

Her çocuğun kendi öğrenme yolculuğu ve gelişim takviminin birbirinden farklı olduğu gerçeğini bir kenara bırakıp, aralık-ocak hedefleri koyan, hatta “Kasım ayına kalmaz söktürürüz okumayı.” diyen okullar ve eğitimcilerin olduğu bir ortamda, bu soruyu eğitimin en mühim sorularından biri olarak görmemek elde değil.

Geçen yıl yeni bir OECD raporu yayınlanmıştı. Her seferinde olduğu gibi dillerde raporun sonuçları bir süre dolaştıktan ve herkes kınama paylaşımlarını yaptıktan sonra rapor bir kenara bırakıldı.

Fakat şu ana kadar yayınlanmış en çarpıcı rapordu bence. Üzerine en fazla konuşulması ve konuşmaktan öteye geçilerek bir an önce eyleme geçilmesi gereken bir rapor. Araştırmanın konusu çocukların işbirlikçi problem çözme becerileriyle ilgiliydi ve şu ana kadarki en üzücü tabloyla karşılaştık.

Fakat şu ana kadar yayınlanmış en çarpıcı rapordu bence. Üzerine en fazla konuşulması ve konuşmaktan öteye geçilerek bir an önce eyleme geçilmesi gereken bir rapor. Araştırmanın konusu çocukların işbirlikçi problem çözme becerileriyle ilgiliydi ve şu ana kadarki en üzücü tabloyla karşılaştık. 

Araştırma sonuçlarına göre, Türkiye birçok ülkenin içerisinde çocukların işbirlikçi olarak problem çözebilme yani kısacası birlikte çalışabilme becerilerinde vasatın da vasatı olarak yer aldı. Yani yukarıdaki tabloda da görülebileceği gibi OECD ülkeleri arasında en kötü birlikte çalışma becerilerine sahip ülkelerden biriyiz (51 ülkede sondan 5.sırada…).

Bu durumun en önemli sebeplerinden birinin erken dönemde başlayan akademik baskı olduğunu düşünüyorum. Çocukların ilkokula temas eder etmez başlayan “okuma-yazmayı söktürme” baskısı… Birçok anne-baba ve öğretmen, çocukların hızlı bir şekilde okuma-yazma sürecine geçmesini onların yaşamı ve yaşam başarıları için çok önemli, değerli bir şey olarak algılıyor. 

Bundan dolayı çocuklar okulun kapısından girer girmez başlarını sıraya gömüp defalarca yazı çalışmaları, defalarca hece, kelime, cümle okuma çalışmalarına maruz kalıyor. Çocukların sıradan kafasını kaldırıp diğer arkadaşlarını ve sınıfı görmesi sadece öğretmenin yeni bir harf öğretmesiyle sınırlı kalıyor. Zaten bu süreçte çok kısa bir aralıkta gerçekleşerek öğretmen “Hadi bakalım….” diyerek önlerine konulan yeni bir yazı çalışmasına bireysel olarak devam ediyorlar. 

Bu haliyle sırf hızlı bir şekilde okuma yazmaya geçsin diye, okulun ilk günlerinde sıralarına hapsedilen çocuklar ihtiyaç ve doğaları gereği hareket etmeye başladıklarında isminin önüne “yaramaz” etiketi koyuluveriyor. Aslında bu durum olayın 1.karanlık yüzü, 2.karanlık yüzü ise; çocukların sadece bireysel çalışma biçimiyle süreçlerine devam ederek birlikte çalışma becerilerinin geliştirilememesi. 

Nasıl başlarsan öyle gider diye bir deyim vardır. Aslında bahsettiğim durumun tam karşılığı… Çocukların ilkokula ilk temasıyla başlayan bireysel öğrenme,  hayat boyunca devam ediyor. OECD araştırmasının sonuçlarında ortaya çıktığı gibi çocuklarımız birlikte çalışmayı, birlikte üretmeyi, bir araya gelerek bir problemin üstesinden gelmeyi öğrenemez hale geliyorlar. İş yaşamı gelip çattığında ise birlikte çalışma becerilerinden yoksun yetişkinlere dönüşüyorlar.

Değişen çağın getirdikleriyle birlikte, okullara bireysel zihin yapısıyla gelen çocukların ihtiyacı olan, ilk okuma yazmayı bir an önce sökmekten ziyade “birlikte çalışabilmeyi” sökmeleri olacaktır. Çünkü çağın ihtiyacı birlikte çalışabilen, birlikte üretebilen bireylerdir. Bunun en somut kanıtını şimdiden iş ilanlarının neredeyse tümüne eklenen “takım çalışmasına yatkın, iş birliği becerisi yüksek vb.” kriterlerde görebiliriz.  

Peki, çocukların iş birliği becerilerini nasıl geliştirebiliriz? 

Çocukların iş birliği yapma ve birlikte çalışabilme becerilerinin oluşması, erken dönemde başlayan akran etkileşimli grup çalışmaları ve iş birliği içinde bir görevi yerine getirmeleriyle sağlanabilir.  Bu uygulamaları sınıflarında uygulayan öğretmenler ilk olarak bu konularda çok zorlanıldığını bilirler. Bu noktada iki seçenek vardır. Ya bu iş olmuyor diyerek, bu öğrenme yaklaşımından vazgeçmek ya da işbirlikli öğretim yöntemlerine inanarak, tutarlı bir şekilde iş birliği becerilerini geliştirecek akran etkileşimine dayalı öğrenme yaşantılarını kurgulamaya devam etmek. İkinci seçeneği seçen öğretmenler çocukların grup çalışması yapabilme becerilerinin zamanla geliştiğini ve yaşanan birçok sorunun ortadan kalktığını gözlemleyebilirler.  

Bu haliyle hepimizin tahmin edebileceği gibi çocuklar ilk okuma – yazma sürecine biraz daha geç girebilirler (veya olması gereken sürelerinde demek daha doğru olur). Fakat grup çalışması etkinliklerinin bol olduğu bir sınıfta çocuklar, yaşamları için bundan çok daha önemli bir beceri geliştirirler. 

Sonuç olarak beklentilerin okul ve öğretmenler üzerinde yarattığı baskıyı hatırlayarak “Bizim çocuk okuma yazmayı ne zaman söker?” sorusu yerine “Bizim çocuk birlikte çalışmayı ne zaman söker?” sorusunu daha fazla sormaya ihtiyacımız var.


Barış Sarısoy / @barissrsy