Geçen haftalar da ülkenin gündemi ilginç bir şekilde bir çocuğumuz üzerine şekillendi. Kimileri ona uzaydan gelen garip bir varlık muamelesi yaparken, kimileri dış mihrakların oyunu, kimleri filozof, kimleri kitap kurdu, kimleri çocukluğunu yaşayamayan bir yetişkin, kimleri ise aşırı derecede zeki bir çocuk olarak değerlendirdi. Tabi daha birçok yere giden ve burada ifade edemeyeceğim yorumlar da oldu. Google’da ufak bir arama yaptığınızda yorumların ne kadar uç noktalara kadar gidebileceğini hayretle okuyabilirsiniz. 

Yazının ana konusuna geçmeden önce, başta bu yorumların yapılmasına neden olan, çocuğunu ekrandan ekrana dolaştırılarak “amcanlara-teyzenlere konuş bakayım evladım.” diyen yetişkinlerin tutumunun ne derecede zararlı olduğunu söylemek isterim. Sanırım bu konuda da yapılan birçok uzman açıklaması sonrası hemfikir olabiliriz. Bu noktada her şeyin ötesinde çocuğun sosyal medyaya pazar edilmesi en çok can yakıcı konulardan biri oldu. 

Konumuza dönecek olursak; olayın ülke gündemini belirleyecek noktalara gelmesi bana bilişsel yetenekleri yüksek çocukların genel olarak yetişkinler tarafından nasıl zararlı süreçlere maruz kaldığı gerçeğini hatırlattı. Bundan dolayı, durumun eğitim bilimsel olarak farklı ve görünmeyen yüzüne biraz olsun değinmek istedim. 

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çeşitli genetik ve çevresel faktörlerden dolayı IQ (Akademik zekâ: bilişsel, sözel, mantıksal ve matematiksel yetenekler) seviyesi yüksek olan çocuklar dünyaya geliyor. Bu çocuklar okul ve eğitim yaşantısı baz alındığında, biraz önce parantez içinde belirttiğim alanlarda diğer çocuklara göre açık ara daha iyi bir performans gösteriyorlar(özellikle ilkokul-okul öncesi döneminde). Bu nedenle de üstün zekalı çocuk kategorisine konularak el üstünde tutuluyorlar. 

En güzel övgüleri alarak sürekli alkışlanıyor ve öğretmenlerin en gözde öğrencisi, anne-babaların parmakla gösterdiği çocuklar haline gelebiliyorlar. Tabi bütün bunların ana sebebi eğitim sistemimizin, genel başarı tanımının akademik zekâ üzerine kurulu olması. Yoksa, aynı bu çocuklarımızda olduğu gibi diğer tüm çocuklarımız da farklı potansiyellerde, farklı güçlü alanlara sahip olarak dünyaya geliyorlar. 

Peki, bu yukarıda bahsettiğim sürekli alkışlanma hali bilişsel potansiyeli yüksek olan çocuklar için nasıl bir yan etki yaratıyor? Sorunun cevabı biraz karmaşık olsa da, bu zamana kadar verilmiş en net cevabın Stanford Üniversitesi psikoloji profesörü, Carol Dweck’in yaptığı araştırmalar olduğunu söylemek mümkün. Konumuzla ilgili ve belki de en vurucu olanı ise “çabası” veya “zekası” için övülen çocukların karşılaştırılması üzerine… 

Araştırmada, Dweck ve arkadaşları 128 öğrenci üzerinde deneysel bir çalışma gerçekleştiriyor. Öğrenciler üç gruba ayrılıyor ve üç gruba da seviyelerine uygun olan bir problem veriliyor. Tüm gruplardan verilen problemi çözmeleri isteniyor ve üç gruptaki öğrenciler de problemi çözdükten sonra araştırmacılar tarafından farklı biçimlerde övülüyor. 

Bu övgü biçimleri (temsili olarak) ise gruptan gruba şu şekilde değişiyor:

1.Grup: Problemi nasıl da çözdün böyle. Çok zekisin!

2.Grup: Zor bir problemdi fakat çok çaba gösterdin, çok çalıştın ve problemi çözdün.

3.Grup: Tebrikler, problemi çözdün. 

Görüldüğü üzere ilk grubun “zekasına”, ikinci grubun “çabasına” övgü yapılıyor. Üçüncü grup ise sadece tebrik ediliyor. Deneyin asıl ilginç kısmı ise buradan sonra başlıyor. 

Öğrencilere başka bir problem verileceği söyleniyor. Ama bu problem için iki seçenek sunuluyor: Sizi zorlamayacak, başarıya ulaşabileceğiniz bir problem mi istersiniz yoksa sizi biraz zorlayarak yeni bir şeyler öğrenmenizi sağlayacak bir problem mi istersiniz? 

Şimdi biraz tahmin etmeye çalışalım. Zekâsı övülen çocuklar hangi seçeneği seçmiştir? Başarının kesin olduğu mu, yoksa biraz çabalayarak yeni şeyler öğrenmesini sağlayan mı? Tahmin etmek biraz zor olsa da araştırmanın sonuçları tabloyu net bir şekilde ortaya koyuyor. 

Zekâsı övülen çocukların %67’si kendilerini zorlamayacak, başarılarının garanti olduğu soruyu seçiyorlar. Çabalarına vurgu yapılan öğrencilerin %92’si ise, kendilerini biraz zorlayarak yeni şeyler öğrenmelerini sağlayacak problemleri seçiyorlar. (Tebrik edilen grubun seçimlerinde ise iki tercih arasında dikkate değer bir farklılık çıkmıyor.)

Zekâsı övülen çocuk, zekiliğine leke gelmesin diye kendini riske atmıyor, yeni şeyler öğrenmektense başarısını ve aldığı alkışları korumayı tercih ediyor. Ama çabasına vurgu yapılan çocuklar, ölçüsü olan bir yetenek veya zekadan ziyade akıttıkları tere güveniyor ve yeni şeyler öğrenmeyi daha çekici buluyorlar. Bundan dolayı, karşılaştıkları görev zorlayıcı da olsa bir şekilde çabalayarak başarıya ulaşacaklarını biliyorlar. 

Biz eğitimciler, bunun deneyimsel pratiğini okullarda bolca yaşarız. Özellikle ilkokulda akademik zekâsı yaşıtlarının biraz üzerine seyreden ve ailesi tarafından “üstün zekalı” olarak kabul görülerek parlatılan çocuklarımızla karşılaşabiliyoruz. Bu çocuklar okul yaşamlarına geldiklerinde, akademik olarak diğerlerinden biraz daha önde sürece başlasalar da bir süre sonra gözle görülür bir şekilde gerilemeye başlayabiliyorlar. Nedeni ise, araştırmada olduğu gibi birçoğunun zor bir görev geldiğinde veya yeni öğrenmeler söz konusu olduğunda zekiliğini koruma çabası olduğunu söyleyebilirim.

Siz ne kadar onun potansiyeline uygun ve onu var olduğu seviyeden bir tık öteye taşıyacak bir eğitim yaşantısı sunarsanız sunun başarısız olma ve zekasına leke gelme korkusu baskın hale geliyor. Bundan dolayı, bir eğitimci olarak şunu net bir şekilde söyleyebilirim: Bir çocukta “Yetenekliysem, zekiysem” yaparımdan, ziyade “çabalarsam” yaparım inancını kazandırmak onun akademik zeka (IQ) puanını arttırmaya çalışmaktan daha değerlidir. Bu uğraş onun tüm yaşam yolculuğu için çok daha kıymetli olacak bir uğraştır. 

Sadede gelecek olursam; üstün yetenekli olduğunu düşündüğümüz çocukları alkışlayıp, övgülere boğduğumuzda onlara hoşnut hissettirmenin dışında nelere sebebiyet verdiğimizi de aklımızın bir kenarında tutalım derim. 


Barış Sarısoy / @barissrsy